Pavarotti üzerine

HABERLER

Pavarotti üzerine

Medyatik denen değerler nedir ki? Pavarotti mi ölmüş?

Bugün yazar çizersin, yarın unutur gidersin

Dünyanın önde gelen opera şarkıcılarından Luciano Pavarottinin ardından neler söyleyebilirim? Ya da ülkemiz açısından baktığımızda bir müzik eleştirmeni olarak Pavarotti üzerine neler söylenmelidir?

Önce demirbaş bilgiler: İtalyanın Modena kasabasında 1935 yılında bir fırıncının oğlu olarak doğan Pavarotti, çocukluk döneminde kasabanın kilise korolarına girmek üzere ses eğitimi dersleri almış, düzenli şan öğrenimine ancak 20 yaşına geldiğinde, Modena kentinde Arrigo Polonun öğrencisi olarak başlamıştır. Öğrenimini Mantuada sürdüren sanatçının solist olarak rol aldığı ilk eser, La Boheme olmuştur (1961). Uluslararası planda ilk büyük başarısını ise 1963te Londrada Covent Gardenda kazanan Pavarotti, Viyana Devlet Operası ve Milano La Scala gibi Avrupanın önde gelen opera evlerinde söylediği eserlerle başarısını pekiştirmiştir. İzleyen yıllarda Glyndebourne ve Salzburg festivallerine davet edilen, Amerika ve Avustralyada turneler yapan ünlü tenor, 1968de New York Metropolitan Operasındaki performansı dolayısıyla Amerikada Sahnelerin Kralı olarak nitelenmiştir. Bundan ötesini okurlarımız da bilir: Dünyanın dört bucağında verdiği konserlerin kitleler önünde geniş ilgi uyandırması üzerine, 1990 Dünya Futbol Şampiyonasında tanınmış iki tenor arkadaşı Placido Domingo ve Jose Carreras ile Üç Tenor olarak adlandırılan konser uygulamasını başlatan Pavarotti, 20nci yüzyılın en büyük şarkıcılarından Enrico Caruso (1873-1921) ile karşılaştırılmıştır.

Demirbaş bilgilerin ötesinde, sanatçı olarak Pavarottinin şu yönlerini önemsediğimi belirtmeliyim: 1980 yılında Pavarotti Uluslararası Şan Yarışmasını kurarak genç yeteneklerin tanınmasına katkıda bulunan sanatçı, izleyen yıllarda o dönemin Doğu Bloğu olarak bilinen ülkelerinde de konserler vermiştir. Bolşoy Tiyatrosunda verdiği konser, bu yaklaşımın örneklerinden biridir.

Bizde sanatçılarımız arasında pek yerleşmemiş, ya da gelenekselleşmemiş bir özelliğini daha söyleyelim onun: Ünlü tenor, 1980 yılında anılarını derli toplu biçimde, Pavarotti My Own Story başlıklı bir kitapta toplamıştır.

Şimdi gelelim Pavarottinin ölüm olayının ülkemiz açısından önemine:

Türkiyede opera sanatının üçüncü küme futbol maçları kadar ilgi görmediğini hepimiz biliriz. Peki öyleyse, İtalyanın adını bile duymadığımız bir kasabasında doğup yetişen bir opera şarkıcısının ölümünden bize ne? Madalyonun birinci yüzü budur. İkinci yüzü ise besbelli ki Türkiyede adı az çok duyulmuş bir sanatçı olan Pavarottinin medyatik özelliğidir.

Peki, 400 yıldan beri uygar dünyayı yerinden hoplatan koskoca bir opera sanatı medyamızı ilgilendirmiyor da bir opera şarkıcısının ölümü neden ilgilendiriyor? Çünkü medyamızın ölçütlerine göre opera sanatı medyatik değil, Pavarotti adı ise medyatiktir, var mı diyeceğiniz?

Bundan şu sonucu da çıkarabiliriz: Medyamız için üçüncü küme futbol maçları, 400 yıllık bir opera sanatı geleneğinden daha değerli, daha önemlidir.

Ayrıca medyatik denen değerler nedir ki? Bugün var, yarın yok Pavarotti mi ölmüş? Bugün yazar çizersin, yarın unutur gidersin

Ama bakın, bu konuyu birkaç gün daha allayıp pullayıp sürdürebilmek için medyamıza ilginç gelebilecek bir ipucu da vermeliyim

Söylentiye göre Pavarotti, henüz meşhur olmadığı ilk gençlik döneminde İstanbul Şehir Operasına gelmiş, temsillerde birkaç ay rol aldıktan sonra pek cevherli görülmediğinden kendisine yol verilmiştir.

Şimdi medyamıza düşen görev şudur: İstanbul Şehir Operası 1959 yılında rejisör Aydın Günün öncülüğünde kurulmuştur. O dönemin birçok kıdemli opera sanatçısı arkadaşımız hayattadır. Medyamız, onlardan işin içyüzünü öğrenebilir. Ha gayret..

Evrensel

YAZAR: AHMET SAY